2 Ekim’de, TBMM açılışında Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasıyla başlayan ve kamuoyunda geniş yankı uyandıran “barış hamlesi” Özellikle Bahçeli gibi milliyetçi bir siyasi figürün bu yönde bir çıkış yapması, Cumhur İttifakı dışındaki çevrelerde dahi büyük bir sürpriz olarak karşılandı.
Peki, bu süreç neden ve hangi koşullar altında özellikle Bahçeli tarafından dillendirilmeye başlandı?
Bu konuda pek çok sebep sıralanabilir. Ancak üzerinde en çok durulması gereken başlıklardan biri, uluslararası siyaset ve enerji stratejileriyle bağlantılı olarak ABD ve NATO gibi aktörlerin Türkiye’de daha sorunsuz ve istikrarlı bir yapı istemesi Özellikle İran’a yönelik olası müdahaleler öncesinde, Türkiye’nin iç cephesinde gerginlikten uzak, “pürüzsüz bir düzlemde” konumlanması Batılı güçlerin çıkarına görünmektedir. Bu nedenle “Kürt meselesi”nin bir şekilde yumuşatılması veya kontrol altına alınması gerekliliği, iktidar içi aktörler tarafından da hissediliyor.
Elbette barış hangi gerekçeyle gündeme gelirse gelsin, 47 yıldır süren çatışma ortamı düşünüldüğünde barışı konuşmak başlı başına kıymetlidir. Barış süreçleri, daha önce dile getirilmemiş meselelerin konuşulmasına, tabu haline gelmiş konuların tartışılmasına olanak tanır. Bu da toplumsal hafızada önemli kırılmalar ve ilerlemeler yaratabilir.
Ancak bu sürecin nereye varacağı, doğrudan tarafların:
Ne kadar samimi olduğuna,
Kendi kitlelerini bu sürece ne kadar ikna edebileceğine,
Barışı sabote etmeye yönelik girişimlere nasıl refleks göstereceklerine bağlıdır.
Bu tür barış süreçlerinin ne kadar hassas olduğunu görmek için dünya örneklerine bakmak gerekir.
Örneğin Kolombiya’da FARC ile 2016 yılında imzalanan barış anlaşması, aşırı sağcı siyasetçiler ve paramiliter grupların barış yanlısı aktivistlere yönelik hedef göstermeleriyle referandumda çok az farkla reddedilmiş, süreç ciddi şekilde sabote edilmiştir.
Bu örnek bize şunu gösteriyor: Barış, yalnızca masa başında değil; aynı zamanda toplumsal zeminde, halkın zihninde ve yüreğinde kazanılır ya da kaybedilir. Bu nedenle sürecin her adımında istismara ve provokasyona karşı duyarlı olmak gerekir.
Bugün Türkiye’de dört büyük siyasi parti (AKP, CHP, DEM Parti ve MHP) bu sürece doğrudan ya da dolaylı biçimde destek sinyalleri vermektedir. Bu durum Türkiye için nadir rastlanan bir toplumsal ve siyasal uzlaşma zeminine işaret eder. Ancak bu desteklerin her biri kırılgandır ve parti tabanlarında, hatta parti dışındaki geniş kitlelerde hâlâ ciddi güvensizlikler, önyargılar ve geçmişin izleri bulunmaktadır.
Halkın büyük beklenti içine sokulduğu 12 Temmuz günü, “tarihi bir açıklama” denilerek kamuoyuna sunulan Erdoğan’ın konuşması, içeriği bakımından beklentileri karşılamadı. Ancak bazı ifadeleri, özellikle de “Aleviler ve Kürtler kucaklaşıp yepyeni bir birlik dönemini inşa edecek” söylemi, neredeyse bir itiraf niteliğindeydi.
Şu sorular hâlâ havada duruyor:
AKP 23 yıllık iktidarında neden bu kucaklaşma sağlanmadı?
Bu ülkenin asli unsurları olan milyonlarca Alevi ve Kürt yurttaş, neden bu zamana kadar baskıya, asimilasyona, inkâra ve zora dayalı bir sistemin içinde yaşamaya mecbur bırakıldı? Bu sorunun cevabı samimi bir şekilde verildiğinde barışın samimiyeti de ortaya çıkacaktır.
Bu soruların gölgesinde, her ne kadar barış sürecinin başarıya ulaşmasını en çok isteyenlerden biri olsam da hükümetin bu süreci kendi lehine bir siyasi dizayna dönüştürmek istediği açık. Özellikle iktidarın CHP’yi dışlayarak ve diğer muhalefet aktörlerini sürece “davet” ederek ana muhalefeti yalnızlaştırma ve marjinalleştirme çabası, aslında mevcut iktidarını sürdürme stratejisinden başka bir şey değildir.
İktidarın bu hamleleri karşısında muhalefet cephesine de ciddi sorumluluk düşmektedir. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, sürecin başından bu yana barış yönünde açık ve samimi bir tavır göstermiş, geçmişteki reflekslerin dışına çıkarak parti tabanının da önüne geçen açıklamalar yapmıştır.
Özel’in bu tutumu hem siyasetin hem de ülkenin önünü açan bir yaklaşımdır. Bundan sonraki süreçte, Erdoğan’ın yalnızlaştırma stratejilerini boşa düşürecek olan kişi, Türkiye’nin birinci partisi olan CHP’nin lideri Özgür Özel’dir. Gerçek, onurlu ve eşitlik temelli bir barışın inşasında CHP öncü rol oynamalıdır.
Bu süreçte DEM Parti’ye de önemli bir görev düşmektedir. Bu partinin, hükümetin çizdiği bir siyasi mimarinin pasif bir figürü hâline gelmemesi, barışın insani bir mesele olduğunu hatırlatması gerekir. Ancak bununla birlikte, ülkedeki hukuksuzluklar, adaletsizlikler, siyasi tutukluluklar gibi yapısal sorunları da gündemde tutmaya devam etmeli, bu taleplerden vazgeçmemelidir.
Barış kelimesi bu topraklarda umutla karşılanır; ancak bu umudun gerçek bir kazanıma dönüşmesi için samimiyet, eşitlik ve hukuk devleti vazgeçilmezdir. Bu sürecin toplumu bölmek, muhalefeti parçalamak için değil; gerçekten birlikte yaşama iradesiyle yürütülmesi, Türkiye’nin geleceği için belirleyici olacaktır.
Barış, yalnızca iktidarın değil; halkın ve muhalefetin ortak vicdanının eseridir.









Pürüz sayfalarında Barış a dair yazınızı okumak çok kıymetli
Kaleminize sağlık