Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Veli Şahin
Veli Şahin

“Vatan” retoriğiyle tahakkümün ifşası!

Kuzey Kıbrıs’taki cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası yaşananlar, derin bir yapısal krizin yansıması olarak, devlet aklının ve burjuva demokrasisinin çözülüşünü teşhir eden kritik bir moment olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu kriz anı, Türkiye’deki iktidar blokunun tahakküm mekanizmasının, yalnızca kendi sınırları içinde değil, jeopolitik etki alanındaki yapılarında da nasıl işlediğini gözler önüne sermektedir.

Egemen sınıfın sözcülerinden ve koalisyon ortağı olan Bahçeli’nin, seçim sonuçlarını tanımama yönündeki çağrısı ve “vatan meselesi” retoriği, sadece bir siyasi çıkış değil, tarihsel bir perspektifle deşifre edilmesi gereken kökleri derinlere inen ideolojik bir operasyondur.

Bu operasyon, iktidarın sadece zor yoluyla değil, aynı zamanda kültürel ve sembolik tahakkümle, toplumsal rızayı dizayn ederek nasıl sürdürüldüğünün ve bu rızanın kriz anlarında nasıl açık bir zora dönüşebileceğinin çarpıcı bir örneğidir.

Bu tahakküm mekanizmasının bir diğer ikiz yüzü ise Türkiye cezaevlerinde tecelli etmektedir. Milyonların oyuyla seçilmiş siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar “vatan” retoriğinin kılıcıyla siyasi tutsak haline getirilmiştir. Kuzey Kıbrıs’ta sandık iradesinin hedef alınmasıyla, Türkiye’de seçilmişlerin tutsak edilmesi, aynı zihniyetin farklı coğrafyalardaki tezahürleridir. Her iki durumda da “vatan” söylemi, iktidarın mutlaklaştırılması ve muhalif iradenin tasfiyesi için işlev görür.

“Vatan” kavramı, burjuvazinin ve devlet bürokrasisinin elinde, sınıfsal tahakküm ile birlikte ulusal tahakkümü de meşrulaştıran çift yönlü bir baskı aracına dönüşmüş ve temelleri de böyle atılmıştır. Bu fetişleştirilmiş yapı, işçi sınıfının sömürüsünü gizlerken, bir yandan da başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulusların inkârı ve inançların asimilasyonu üzerine inşa edilmiş bir “birlik” mitosunu dayatır.

Bu kurgu, emekçi sınıfların gündelik yaşam mücadelesini, demokratik hak taleplerini ve özgürlükçü kimlik siyasetini “teferruat” kategorisine iterken, iktidar blokunun çıkarlarını dokunulmaz, mutlak bir kutsalla örtbas eder.

Tarihin tekerleği, bu söylemin izlerini, işçi sınıfının grev hakkının “milli güvenlik” gerekçesiyle budanmasında, ezilen bir ulusun en temel demokratik taleplerini “terör”le eşdeğer görülmesinde ve patriarkal iktidarın kadın mücadelesini “aşırılık” olarak kodlamasında açıkça sürmektedir.

Bu “ideolojik zırh”, egemenlerin, kendi çıkarlarını ulusun üstün menfaatleri olarak sunma ve her türlü muhalefeti ulusal bütünlüğe tehdit sayma taktiğinin bir devamıdır.

Bahçeli’nin “demokratik haklarla ve sandığa saygıyla alakası yok” ifadesi, burjuva parlamentarizminin dahi içinin nasıl boşaltılabileceğinin, halkın egemenliğinin retoriğe indirgenerek nasıl işlevsizleştirildiğinin pervasız bir itirafıdır.

Halkın iradesi, sadece seçim sandıklarında değil, bizzat seçim sonuçları tanınmayarak da “vatan” kisvesi altında gasp edilir; yurttaşlık, ancak bu kutsal tahayyüle biat ölçüsünde tanınan bir imtiyaza indirgenir.

Burada reddedilen, yalnızca sandık değil, farklı sınıfsal ve ulusal kimliklere sahip kesimlerin kendi kaderlerini tayin hakkıdır. Siyasal meşruiyetin kaynağı olarak halk, yalnızca egemen sınıfın ve ezen ulusun tanımladığı dar sınırlar içinde kabul görür hale gelir. Bu durum, ‘demokrasi’ denen aygıtın, sermayenin ve ezen ulus devletin ihtiyacına göre ne kadar esnek ve içi boş bir araç haline getirilebildiğini gösterir. Bu, iktidarın nihai zaferidir: Kendi yarattığı kuralları, kendi çıkarı söz konusu olduğunda hiçe sayma lüksünü kendinde görebilmesidir.

Peki, bu “vatan” kimindir? Üretenlerin mi, emeği ile değer yaratanların mı, yoksa ürettiğine yabancılaşan emekçi sınıfların mı? Yoksa, onu bir mülk gibi tasarruf eden, sınırlarını sömürü ve ulusal baskı ilişkileriyle çizen ve nihayetinde halkı “vatan” adına feda etmekte tereddüt etmeyen egemen sınıfın ve onun ayrıcalıklı ulusal zümresinin mi? Cevap açıktır: Bu “vatan”, hem sınıfsal hem de ulusal anlamda tahakküm kuran bir azınlığın siyasi ve ekonomik tahakküm alanıdır. Bu vatan, bir toprak parçasından ziyade, iç içe geçmiş sömürüye dayalı bir ilişkiler ağıdır.

Gerçek kurtuluş, bu mistifiye edilmiş “vatan” mitolojisini kökten reddetmekte ve memleketi, emeğin özgürleştiği, ulusal baskının son bulduğu, herkesin eşit haklarda ve özgür olduğu, gönüllü birlikteliğe dayalı, sınıfsız bir toplumun inşa edildiği somut bir vatan olarak yeniden tahayyül etmekte yatar. Bu, bir retorik değişikliği değil, epistemolojik bir kopuştur.

Egemenlerin vatanı, sınırları haritalarda çizili, pasaportlarla kontrol edilen, bayraklarla süslenmiş bir metadır. Oysa gerçek vatan, insanın emeğiyle, kimliğiyle, ulusal kültürüyle, özgür iradesiyle var olabildiği, sömürünün ve ulusal boyunduruğun olmadığı, sınırların insanlığın ortak mülkiyeti olarak silikleştiği bir dünyadır. Bu iki vatan tasavvuru arasında uzlaşma yoktur. Biri diğerinin yıkımı üzerine inşa edilecektir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER