Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Veli Şahin
Veli Şahin

Emperyalizmin atında sallanan Osmanlı kılıcı

Türkiye’nin 1980’lerin sonlarından itibaren şekillenmeye başlayan ve 1990’lardan itibaren derinleşen Neo-Osmanlıcı dış politika çizgisi, salt bir stratejik tercih değil, kapitalist devletin iç çelişkilerinin ve sermaye birikim ihtiyaçlarının bir dışavurumudur. Misak-ı Milli sınırlarının dar giysisini terk ederek üzerine bol gelen yayılmacı bir kaftan giymesi, Türkiye burjuvazisinin uluslararası kapitalist sistemin acımasız merdivenlerinde daha üst basamaklara tırmanma hevesinden başka bir şey değildir. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ardında bıraktığı boşluk, Yugoslavya’nın tuzla buz oluşu ve Irak’ın Körfez Savaşı sonrası topal kalışı gibi üç tarihsel kırılma, Türkiye’deki egemen sınıflar için adeta yeni sömürü sofraları, aynı zamanda emperyalist rekabetin kirli oyununda bir “taşeronluk” rolü üstlenme fırsatı sundu. Bir dönem emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak, kendi meşreplerince taşeronluğun ötesine geçmeye ve “oyun kurucu” olmaya heveslendilerse de hayatın gerçekleri ve dezavantajlı güç ilişkileriyle nihayetinde iktidar bloku, taşeronluğa razı oldu.

Neo-Osmanlıcı eğilimlerin ilk tohumları Turgut Özal ile atıldı. “Soğuk Savaş’ın sona ermesi” ve çok kutuplu dünyanın eşiğinde, Özal, Türkiye’yi sadece Batı’ya eklemli bir ülke olmaktan çıkarıp, çevresindeki geniş coğrafyada batı adına “lider ülke” yapma hayalini kurdu. Bu, sadece ideolojik bir heves değil, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin yeni pazarlar ve hammadde kaynakları arayışının somut bir tezahürüydü. Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmasıyla açılan “Büyük Türk Dünyası” kapısı, Özal için bir altın madeni gibi parlıyordu. Balkanlar ve Orta Doğu’ya yönelik kültürel ve ekonomik açılımlar, bu erken Neo-Osmanlıcı rüyaların ilk adımlarıydı. O dönemde atılan ticari anlaşmalar, altyapı projeleri ve kültürel işbirlikleri, sonraki yıllarda AKP iktidarının çok daha cüretle yürüteceği politikaların ilk tuğlalarını döşedi.

Sovyetler’in dağılmasıyla Kafkasya ve Orta Asya’da yeşeren genç devletler, Türkiye sermayesinin kanayan hammadde damarlarına ve doymak bilmeyen pazar arayışına can suyu oldu. Türk şirketlerinin, enerji projeleri ve altyapı yatırımlarıyla bölgeye nüfuz etmesi, devlet kurumlarının ise kültürel diplomasi araçlarıyla bu ekonomik genişlemeye zemin hazırladı. Ancak zamanla bu hamle, Rusya’nın bölgedeki gölgesi ve Çin’in devasa ekonomik ağırlığıyla çarpıştı. Türkiye burjuvazisinin bozkırda at sürme hayali, kapitalist sistemin demir ağlarıyla örülü hiyerarşisi içinde sadece sınırlı bir bahçe duvarına hapsoldu.

Yugoslavya’nın parçalanışı, Türkiye’ye Balkanlar’da sıcak bir müdahale alanı açtı. “Tarihsel kardeşlik” söylemiyle, sanki kan bağı varmış gibi, bölgede askeri ve ekonomik nüfuz tesis etmeye çalışan Türkiye, pratikte Batılı emperyalist güçlerin orkestrasında ikinci bir keman rolü oynadı. Türk sermayesi, karlı inşaat ve finans projeleriyle bu coğrafyaya bir ağ gibi örülürken, ABD ve AB’nin devasa askeri-ekonomik denetiminin altına girdi. Avrupa Birliği’nin Balkanlar’daki güçlü eli, Türkiye’nin Neo-Osmanlıcı hamlelerini büyük ölçüde budadı. Tarihsel Osmanlı bağları (Arnavutlar, Boşnaklar) üzerinden örülen kültürel ve siyasi etki, Batı’nın bölgedeki ağırlığı karşısında sadece cılız bir fısıltı olarak kaldı. Üstelik, Türkiye’nin sermaye göçü ve mafya transferleriyle gündeme gelmesi, bu marjinal etkiyi daha da dikenli bir yola soktu.

Irak’ın 1990’larda yara alması ve Kürt hareketinin uluslararası arenada bir aktöre dönüşmesi, Türkiye’nin Neo-Osmanlıcı politikalarının en çıplak biçimde sergilendiği sahne oldu. Kuzey Irak’taki Kürt özerk yapılanması, Türk devleti için hem bir güvenlik sorunu hem de ekonomik bir fırsat olarak algılandı. Ankara, bir yandan PKK’ye karşı sınır ötesi operasyonlarla askeri varlığını pekiştirirken, diğer yandan Kürt bölgesel yönetimiyle enerji anlaşmaları yaparak kaynaklara ulaşmaya çalıştı. Tarihsel olarak “Kürt tehdidi” penceresinden şekillenen politika, ABD’nin müdahaleleriyle birlikte “hamilik misyonu” adı altında bir kurt postuna büründü.

Bu “hamilik” maskesi ardında yatan gerçek, tıpkı bir gölge oyunu gibi, emperyalist lojistik ihtiyaçlar, enerji hatları üzerindeki kontrol, askeri tampon bölge stratejileri ve sermayenin ucuz işgücü sömürüsü üzerine kuruludur. Kürt coğrafyası, Türkiye burjuvazisi ve uluslararası güçler için çok yönlü bir kullanım nesnesi haline gelmiştir. “Hamilik” retoriği altında gizlenen gerçek, Kürt coğrafyasının emperyalist sistem içinde sadece bir sömürü ve kontrol alanı olarak kullanılma arzusudur. Türkiye’de tepeden inme bir çözüm sürecinin de gösterdiği gibi, Türkiye bağımsız bir aktör değil, uluslararası güç dengelerindeki kendi ipini çeken bir kukla gibi, bölgesel planı devreye sokuyor. Türkiye, uluslararası baskılar ve teşviklerle birlikte iç politikadaki sıkışıklıklar nedeniyle yeni bir hamle yapıyor. Bu hamle hem emperyalist güçlerin zorlaması hem de iç politikadaki ihtiyaçlar ve yeni çıkış arayışlarıyla örtüşüyor. Türkiye basitçe bir kukla devlet olmasa da bu dönemde kukla olmaya en çok yaklaştığına dair işaretler bulunuyor.

Bugün Suriye’deki askeri varlık, Libya’daki üsler ve Doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesi, 1980’lerin sonunda Neo-Osmanlıcı bir tohum olarak atılan temeller üzerinde yükseliyor. Ancak bu politika, bir “imparatorluk nostaljisi”nin tatlı rüyası değil, Türkiye kapitalizminin kanayan krizlerinin dışa vuran irinidir. Sermaye birikiminin duvarlarına çarpan burjuvazi, tarihsel mitleri birer araç gibi kullanarak yeni sömürü alanları aradı, ancak kapitalist sistemin hiyerarşisinde ikincil bir figüran olabildi. En etkili olduğu Suriye’de ise Colani’nin hevesleri, Siyonist İsrail’in genişlemesine zemin hazırlayacak görünmektedir!

Özellikle ABD’nin Neo-Osmanlıcı söyleme gösterdiği ilgi (örneğin Tom Barrack’ın “Osmanlı mirası” vurguları), bu politikaların uluslararası sermayenin doymak bilmeyen iştahıyla nasıl eklemlendiğini gözler önüne seriyor. Ortadoğu’da Suriye, İsrail ve Türkiye arasında kurulan “masa”, bağımsız bir diplomasinin örneği değil, emperyalist paylaşımın kirli bir kumar masasıdır. Suriye’de atılan her adımın İsrail’in güvenliğini güçlendirmesi, bu işbirliğinin çıplak gerçeğidir.

“Amerikan emperyalizminin atına binip Osmanlı kılıcı sallamak,” Türkiye burjuvazisinin boynundaki prangaya işaret eden isabetli bir metafordur. Gerçekte yaşanan, emperyalizmin yeni sömürü stratejilerine uygun, ehlileştirilmiş bir taşeron devlet modelinin inşasıdır. Elbette Türkiye geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi söylenileni yapan bir ülke olmaktan çıkmış, söylenileni yaparken pazarlık gücünü arttıran bir ülkeye dönüşmüştür.

Turgut Özal’la başlayan ve AKP döneminde zirveye ulaşan bu yolculuk, Osmanlı geçmişinin ihtişamlı kılıcını savururken, aslında Amerikan emperyalizminin atına binen bir figüranın öyküsüdür. Bölgesel hamleler, ekonomik açılımlar ve kültürel diplomasi çabaları, Türkiye’nin kendi emperyalist hırslarını değil, uluslararası sermayenin sürekli değişen jeopolitik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik birer araca dönüştü. Dolayısıyla, sallanan kılıç ne kadar keskin görünürse görünsün, onu tutan elin bağımlı konumu ve yönlendirildiği alanlar, bu kanlı mirasın gerçek sahibinin kim olduğunu açıkça göstermektedir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER