“Anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki: Dışarıda aydınlık bir dünya var, yüksek dağlar dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan… Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun… Doğmamış çocuk, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için, hiç birine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi. İşte bu yüzden korkarız.”
Bab’Aziz filminde geçen bu derinlikli metafor, insanın bilinmeyene, mevcut realitesini aşana olan inançsızlığını-korkusunu anlatırken, aynı zamanda kapitalist gerçekliğin karanlık rahmi içinde sıkışıp kalan “modern” insanın trajedisini de çarpıcı bir şekilde resmeder. Doğmamış çocuğun, kendisine tarif edilen o muhteşem dünyaya – yüksek dağlara, dalgalı denizlere, yıldızlı göklere – inanmayışı gibi, sermayenin döngüsel ve yutucu karanlığına hapsolmuş insan da kurtuluşun imkânını zihninde kuramaz. Zira onun için gerçeklik, banka dekontları, bitmek bilmeyen mesai saatleri ve geleceğe dair kemirgen bir kaygıdan ibarettir. Bu maddi koşulların ağır ve boğucu baskısı, sosyalizmin o “aydınlık dünyasını” soyut bir ütopya, ulaşılmaz bir hayal perdesi haline getirir; bu baskı, umudu bile bir lüks haline getirir.
İşte tam da bu diyalektik düğüm noktasında, sosyalizm, uzak bir inanç meselesi olmaktan çıkarak bir pratik, eylemsel, dönüştürücü gerçeklik meselesine dönüşmek zorundadır. İnsanlara uzak bir gelecekti yaşamın potansiyel güzelliklerini sözlerle anlatmak yetersizdir; onları, bu potansiyeli bizzat kendi kolektif elleriyle inşa etmeye davet etmek gerekir. Bu inşa süreci, tarihsel materyalizmin kaçınılmaz bir sonucu olarak, kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden doğar. Sistem, kendi mezar kazıcılarını, yani kendisini aşacak olan ve üretimden gelen güce sahip sınıfı, yine kendi işleyişi içinde, rızası dışında üretir.
Sosyalizme doğru ilerleyen yol, büyük ve ani bir sıçramalarla birlikte aynı zamanda küçük, dirençli ve biriktirici adımlarla örülür. Bir fabrikada haksızlığa uğrayan işçinin hak arayışı, bir atölyede daha insani çalışma saatleri için verilen örgütlü mücadele, bir mahallede kadınların, gençlerin kurduğu öz-örgütlenmeler ve dayanışma ağları… Bunların her biri, o karanlık rahmin duvarlarında açılan somut birer çatlak, yeni bir dünyanın nüvesidir. İnsan, bu somut deneyimler aracılığıyla, kaderinin “pasif” bir nesnesi olmadığını, tam tersine tarihin “aktif” bir öznesi olabileceğini idrak eder. Bu, bireysel ıstırabın, evrensel bir kolektif mücadele bilincine sıçramasıdır.
Bu süreçte örgütlü yapılar – sendikalar, siyasal partiler, halk meclisleri – birer doğum kanalı işlevi görür. Onlar, sadece fikirleri yaymanın ötesine geçer; yeni bir toplumun prototipini, onun eşitlikçi ilişki biçimlerini, doğrudan halkçı demokrasi mekanizmalarını ve dayanışma ağlarını burada ve şimdi pratik etme olanağı sunar. İnsan, bu ortaklaşa pratik içinde, sermayenin neden olduğu yabancılaşmanın zincirlerini kırarak kendi yaratıcı ve dönüştürücü gücünün farkına varır.
Dolayısıyla sosyalizm, uzak bir ufukta sabitlenmiş statik bir hedef değil, içinde yaşadığımız andan itibaren kesintisizce ördüğümüz canlı, dinamik bir süreçtir. Ona olan “inanç”, bir kerede edinilmiş dogmatik bir kabul değil, her yeni grevde, her kazanılmış hakta, her kurulan dayanışma ağında yeniden üretilen ve pekişen somut bir kanaattir. Tıpkı doğmamış çocuğun, ancak doğum eylemi ve onu takip eden deneyimlerle dünyanın varlığına ikna olması gibi, ezilen ve sömürülen insanlık da ancak kurtuluş mücadelesinin bizzat içinde yer alarak, onu bizzat inşa ederek, sosyalizmin sadece mümkün değil, aynı zamanda tarihsel bir zorunluluk olduğunu kavrayacaktır. Bu, tarihin diyalektik dansında, insanın kendi özgürlüğünü kazanmak için verdiği en kadim ve en asil mücadelenin ta kendisidir.
Son sözü Aydın Çubukçu ile bitirelim: “Devrimin doğuma benzediğini, kapitalist toplumsal ilişkiler arasında içine sindirebileceği bir yer bulamayan her aydın kabul eder ve ona umutla bağlanır. Ama yığınların devrimci ayaklanması karşısında, bu doğumda yalnızca şiddeti, dehşet ve acıyla örülmüş yanı görürler; melekler kadar saf bir bebek beklerken, kana bulanmış, çığlıklarıyla dünyayı kendi varlığından haberdar etmeye çalışan bir hayat patlamasıyla karşılaşmanın tedirginliğine düşerler. Devrim, kendisi hakkındaki tüm yanılsamalar olduğu gibi, yüzüne idealistçe yakıştırılan gülümsemeyi de acımasızca siler.
Lenin sorar: ‘Aşkta ve onun sonrasında, kadının bir anaya dönüşmesinde, yalnızca doğumun şiddetini ve dehşetini görmekten dolayı, aşkı ve üremeyi kim reddedecektir?'”









YORUMLAR