Bir şeyin unutulması bazen onun hiç yaşanmamış gibi olmasını sağlar; bazen de yaşandığı hâlde anlamının silinmesine neden olur. Hafıza sadece biriktirmek değildir; nasıl hatırladığımız, neyi neden hatırlamayı seçtiğimiz ve neyin sessizlikle gömüldüğü, kişisel olduğu kadar toplumsal varoluşumuzu da belirler. Unuttuklarımız, bazen üzerimizde kalıcı izler bırakır; çünkü bastırılan her şey, bir başka biçimde geri döner.
Zihnimiz gündelik bilgiyle dolup taşarken, ruhumuzun raflarında boşluklar oluşuyor. O boşluklar genellikle konuşulmayanlar, yüzleşilmeyenler, kenara atılan ama tam da orada varlığını sürdürenlerle dolu. Unutmak, bazen kendini koruma refleksiyle gelişir; bir tür içsel sansürdür. Ama bu sansür, yalnızca geçmişi değil, bugünü de şekillendirir.
Kendimizi, başımıza gelenleri ya da başkasına yaptıklarımızı unutuyoruz. Ama çoğu zaman gerçekten silmiyoruz; sadece hikâyeyi değiştiriyoruz. Bir dostun ihaneti örneğin, zamanla “o da kendi koşullarında haklıydı” ya dönüşüyor. Çünkü hafızayı en çok, suçluluk taşır. Hatırladıkça utanan tarafımızdan korunmak için olanları başka biçimde anlatıyoruz. Kimi zaman “unutmak”, kelimenin gerçek anlamıyla hatırlamanın tam tersidir. Kimi zaman da bir savunma stratejisi, bir yeniden yazım.
Hafıza kişisel olduğu kadar toplumsaldır. Ama bu kolektif düzlemde de hatırlama pratiği giderek zayıflıyor. Felaketler, skandallar, adaletsizlikler… Her biri birkaç gün boyunca gündemde kalıyor, sonra görünmezliğe bırakılıyor. Toplum, neredeyse refleks hâlinde tepki veriyor ve hızla sıradakine geçiyor. Her birinin ağırlığı içimizde yer bulamadan kayboluyor. Geriye sadece yankılar kalıyor: eksik, dağınık ve çoğu zaman anlamlandırılmamış.
Toplumsal hafızanın bu kadar zayıf olmasının nedeni yalnızca hız değil; aynı zamanda bu hızın politik olarak kullanılması. İktidarlar, neyin nasıl hatırlanacağını belirler. Bazen bir anma töreninin biçimi, geçmişi unutturmanın en nazik yoludur. Sözde hafızayı canlı tutarken, gerçeği görünmez kılar. Bazı yasalar, bazı açıklamalar ya da semboller; yalnızca hatırlamakla değil, nasıl hatırlanacağını dikte etmekle ilgilidir. O yüzden bazen “anımsatılan” şey, gerçeğin ta kendisi değil, onun makbul ve denetimli bir kopyasıdır.
Bireysel unutma ile kolektif unutuş birbirine benzer şekilde işler. Bir toplum, geçmişteki kırılmaları konuşamadığında, bir bireyin travmalarla yüzleşememesine benzer. İfade edilemeyen her şey içte büyür, şekil değiştirir, başka davranışlarla dışarı sızar. Bastırılmış bir acı, öfkeye; görünmez kalmış bir suçluluk, duyarsızlığa dönüşür. Sonra kendimizi tanıyamaz oluruz. Toplumlar da böyle; hafızasını yitiren bir toplum, duygusal reflekslerini de kaybeder. Ne için ağladığını, neye öfkelendiğini bile hatırlamaz olur.
Peki neden unutmak bu kadar kolaylaştı? Çünkü hissetmek yorucu.
Acıyla, adaletsizlikle, yüzleşmeyle yaşamaya çalışmak çaba gerektiriyor. Bu çağın ritmi ise duygulara uzun süre yer bırakmıyor. Duygular, hızlıca tüketilmesi gereken şeylere dönüşmüş durumda. Her yeni kırılma, bir öncekine eklenmeden kayboluyor. Hafızasızlık bu yüzden sadece bilgi kaybı değil; duygusal bir çürüme biçimi.
Oysa hatırlamak bir direniş biçimi olabilir. Bir sesi, bir ismi, bir adaletsizliği unutmamak; üzerine konuşmak, onu sürekli kılmak… Bunlar sessizliğe karşı atılan küçük ama etkili adımlardır. Kimi zaman bir yazı, kimi zaman bir yüzleşme, bazen de sadece bir “hayır, öyle değildi” demek yeterlidir. Çünkü hafızayı canlı tutmak, yalnızca geçmişi korumak değil; bugünü anlamlandırmanın ve yarını kurmanın da temelidir.
Belki de bu yüzden hatırlamayı sürdürmek, bir hafıza eylemi kadar bir vicdan eylemidir.
Unutmanın sessizliğini delen her cümle, her bakış, her yazı bir çatlak açar. O çatlaklardan içeri ışık sızabilir.









YORUMLAR
Bir adet yorum var